İster cehennem azabı deyin, ister kabir azabı deyin netice değişmez. Allah'a ulaşmayı dilemek ya da Allah'a yönelmek, bu dünya hayatında olması gereken bir vetiredir.
Allah İle Olan İlişkilerimiz
Sevgili
kardeşlerim, Rabbimize sonsuz hamdeder, şükrederiz ki Allahû Tealâ
bizleri bir zikir sohbetinde birlikte kıldı. Bizler bir yola başladık.
Biliyorsunuz ki bu yol tasavvuf yoludur. İşte bu yolu Efendimiz Mehdi
Resûl’ün öğretisiyle yaşıyoruz. Hayatımızın her noktasında yeni yeni
şeyler öğreniyoruz. Yıllardır Efendimiz, Allah ile olan ilişkilerimizi
sağlamlaştırmak için elinden geleni yapıyor. Binlerce saatlik
sohbetlerinde hep bizim için çalışıyor, çabalıyor. Bizim de amacımız
başkaları için yaşamak olmalı, onlara öğrendiğimizi aktarmalı, onların
da hidayet üzere olmalarını sağlamalıyız.
Sevgili kardeşlerim, Efendimiz’den öğrendiğimiz kadarıyla birlikte bir sohbet yapalım. İnsanlara Allah’a ulaşmanın farz olduğunu anlatırız, türlü türlü şekillerde hidayetin Allah’a ulaşmak olduğunu ifade ederiz. Sonra “hacet namazıyla Allah’tan sizi irşad edecek mürşidinizi arayın” dediğimizde sürekli başımıza gelen negatif cevaplar olmuştur. Meselâ şöyle söylerler: “Kardeşim ben namaz kılıyorum, ibadetlerimi yapıyorum. Allah’a ulaşmayı dilemiş oluyorum.” veya “Bir mürşide ne gerek var? Onun benden ne farkı var. Ben kendi başıma Allah’a dua ederim. Allah’ın merhameti sonsuzdur.” Bir başka ifadeyle “Hadi canım, rüya ile kişi nasıl mürşidini bulabilir? Rüya ile amel mi olurmuş?” derler.
İşte sevgili kardeşlerim, daha birçok örnek verebiliriz. Düşünebiliyor musunuz? İnsanlar oturur, Allahû Tealâ’nın sistemini yargılarlar. Allahû Tealâ’nın da kendileri gibi olduğunu düşünürler ve kendi bildikleri sisteme uygunsa, ancak o şekilde kabulleniyorlar. Mantığına uymadığını söyleyerek hidayeti reddedenler çok olmuştur.
Sevgili kardeşlerim, bizleri yaratan, düşüncemizi de yaratan Allahû Tealâ nasıl oluyor da yarattığı düşünceye sığabilir? Yarattığı şeye sığmaz. O halde insan, Allah’ı düşünerek O’nun sistemini nasıl yargılayabilir? Efendimiz, bizlere “Allah’ı tanıdıkça O’na âşık olacaksınız. O’na hayran olacaksınız.Ötesinde O’na köle olmak isteyeceksiniz.” demiyor mu? Köle olmak isteyeceğimiz Rabbimizi nasıl dilemezler? Bazen şöyle derler: “Ben giderim bir mürşide, onu incelerim. Eğer davranışları, tavırları kusursuzsa, onun gerçekten Allah’ın dostu olduğunu bilirim.” Veya mürşide tâbî olmak isteyenler vardır, kendi istekleriyle gidip tâbî olmak ister ama Allahû Tealâ bunu kendisinin seçemeyeceğini söylüyor. Nahl Suresinin 9. âyet-i kerimesinde şöyle buyuruyor:
Öyleyse sevgili kardeşlerim, Allahû Tealâ hacet namazının arkasından size göre kim, sizi irşad edecekse, sizin için tayin edilen
mürşid kimse ve sadece bunu Allah biliyorsa soracağımız tek yer Allahû Tealâ’dır. Ama günümüzde insanlar rüya ile amel olmaz diyerek mürşidi aramayı reddederler. Ama Allahû Tealâ Mâide Suresinin 35.âyet-i kerimede bunun farz olduğunu buyurmaktadır:
Allah’a ulaşmayı dileyen kişinin kalbine bir kıvılcım düşecek bu ateş, ona bir mürşid arama ihtiyacı duyuracaktır. Bunu kişiye Allah yaptırmaktadır. Allahû Tealâ: “Kim Bana ulaşmayı dilerse onu Ben Kendime ulaştıracağım.” diyor. Öyleyse Allah’a ulaşmayı dileyenler için kılınan hacet namazı Allah’ın emridir.
Osmanlı döneminde Bursa civarlarında yaşayan bir Çarıkçı Baba varmış. Bu zat çarık yaparak geçimini sağlayan fakir bir Allah dostuymuş. Sohbetini dinleyen halkı onu çok sever, maddî olarak da yardım da bulunurlarmış. Günlerden bir gün Çarıkçı Baba yine sohbet ederken şöyle söylüyor: “Kardeşlerim, Allah izin verirse bir gün bu mahalleye büyük bir cami yaptıracağım.” Halkın içinden birkaçı buna inanmamış ve şöyle demişler: “Baba, sen çarık yaparak zorla geçinen bir garip dervişsin. Nasıl olacak da üç beş tane çarık yaparak cami yaptırabilirisiniz ki?” Bizim Çarıkçı Baba “Eeee evlât, dedik ya Allah izin verirse diye.” Bunun üzerine birçoğu inanmamış.
O gece Çarıkçı Baba hacet namazı kılarak Allahû Tealâ’ya şöyle dua eder: “Rabbim ben halkıma cami yaptıracağım, dedim. Sen izin verirsen, beni mahcup etmeyesin, bana yardım edesin.” Ve hacet namazının ardından uykuya dalar ve rüyasında Çarıkçı Baba’ya şöyle söylenir: “Ey kulum, hazırlanasın, doğuya doğru yola çıkasın. Orada senin için rızık olarak iki salkım üzüm ayırdım. Gidip onu nasiplenesin.” diye rüya görür. Bunun üzerine Çarıkçı Baba: “Hanım yolluğumu hazırla, ben yolculuğa çıkıyorum.” der.
Çarıkçı Baba fakir olduğundan evde kuru ekmekten başka bir şey olmadığı için yolluk olarak yanına kuru ekmek alır. Ve yola düşer. Bir süre yürüdükten sonra dinlenmek için bir kahvehanenin yanında, bir ağacın altına oturur. Ekmeğini çıkarıp yemeğe başlar, kuru ekmeği kıtır kıtır yemeğe çalışırken kahveci onu görür ve hemen yanına koşar. “Baba ne yapıyorsun? Hayırdır.” der. Çarıkçı Baba ekmeği göstererek “Evlât yemeğimi yiyorum.” deyince kahveci “Dur biraz bekle, bizim asmanın iki salkım üzümü kaldı, onu da sana kesip getireyim de bari ekmeği yerken üzümle ıslatırsın.” der. Kahvehane sahibi üzümü getirmeye gidince bizim Çarıkçı Baba fazla uzaklaşmadan rızkının geldiğini düşünür. Üzüm gelince kahveci sorar “Eee baba, nereden gelip nereye gidersin, seni buralarda hiç görmedim, sen kimsin?” deyince bizim Çarıkçı Baba “Evlât, bir rüya gördüm Allahû Tealâ bana Şam’a git dedi, ben de Şam’a gidiyorum. ”deyince kahvehane sahibi kızgın bir şekilde “ Baba ya sen delimisin? Bir rüya ile yola mı çıkılır? Ben sürekli rüya görüyorum, her rüyaya göre kendimizi yollara vursak olur mu hiç, meselâ sürekli gördüğüm bir rüya vardır. Falanca köyde çarıkçılık yapan bir derviş varmış. Onun avlusunda bir çeşme ve çeşmenin altında da iki küp altın olduğunu neredeyse sürekli görüyorum. Ne yani şimdi kalkıp bir rüyanın peşinden mi koşayım? Kalkıp oraya mı gideyim? Baba sen boşuna yola düşmüşsün” deyince bizim Çarıkçı Baba mesajı almış. Tekrar dönüp altınları çıkarıp söylediği gibi camiyi yaptırmıştır.
Sevgili kardeşlerim, Allahû Tealâ’nın nasıl bir yol çizdiğini anlayabiliyor musunuz? Hiçbir zaman önümüzde hazır bir şey yok. Önce bizi imtihan ediyor, sonra kazandığımızı, teslim olduğumuzu görmek istiyor. Sonra yardımını gönderiyor. Nasıl Çarıkçı Baba’ya direkt altınların yerini göstermektense o kadar yol aldırıyor. Hem teslimi gösteriyor hem de mükâfatını veriyor. Allah’ın sisteminde iştiyak ve liyakat kanunu kesindir. Hiç kimse bedavadan bir şeye malik olamaz. Rabbimiz ile olan ilişkilerimizi gözden geçirmemiz gerekiyor. O’na olan bağlılığımızı, ne kadar teslim olacağımızı gözden geçirmemiz gerekiyor. Allahû Tealâ îmânımızın tahkiki îmâna dönüşmesini arzuluyor. Öte noktada tevekkülümüz artacaktır. Cezbesi olan kardeşlerimiz cezbelendiklerinde Allahû Tealâ: “İşte buradayım, varım.” derken her seferinde îmânımız daha da artmalıdır.
Sevgili kardeşlerim, gideriz, sohbetler yaparız. O insanlarda şunu görürüz. Günümüz dîn tatbikatından öğrendikleri şeylerle hiçbir şey bilmediklerine siz şahitsiniz. Bir gün gençleri topladım, şöyle söyledim: “Hadi bakalım gençler, bana Rabbimizden bahsedin. Allah hakkında ne biliyorsunuz? Allah’ı ne kadar tanıyorsunuz?” Biliyor musunuz ne dediler: “Rabbimiz bizi yarattı ve bize ruh üfürdü. Başka da bir şey yok.”
Düşünün, Allah hakkında hiç kimse bir şey bilmiyor. Rabbimizin bizi sadece yarattığını biliyorlar, başka da bir şey bilmiyorlar. Şeytanın işini nasıl yaptığını görebiliyor musunuz? İnsanları Allah’tan koparmış, nasıl cennete gideriz hesabına düşmüşlerdir. Hacca gidenler anlatırlar ya “Orada namaz kılanlar, yüz bin kat fazla sevap alıyor, kâbeye gelip de burada ibadet yapanın günahları silinecek ve cennete gideceğiz.” Hayatlarında Allah’a kavuşmak, O’na ulaşmak gibi bir istekleri olmayan, Rabbimiz hakkında hiçbir şey bilmeyen bu insanlar maalesef cehenneme doğru hızla ilerliyorlar.
Efendimiz bizlere: “Başkaları için yaşamalısınız.” derken şunu idrak ediyoruz. Başkaları için yaşamanın en başında insanlarının hidayetine vesile olmak gelir. Düşünebiliyor musunuz, bir kişinin hidayete ulaşmasını sağlamak, ona yapacağınız en büyük yardımdır. Ebedî cehennemden kurtulacak sonsuz bir mutluluğa ulaşacak. İşte başkaları için yaşamanın en başında, onları hidayete davet etmek gelir. Kalplerinde cennet arzusu veya cehennem korkusunun ötesinde Allah’a olan bağlılık, Allah’a ulaşmayı dilemek onu kurtuluşa doğru ilerletecektir.
Efendimiz bize sürekli söyler ya: “Kim olursa olsun, ister hristiyan, ister musevi, isterse de müslüman olsun, Allahû Tealâ öncelik olarak yapılan ibadetlere bakmıyor. Sadece kalbe bakıyor. Sevgili kardeşlerim, bu bedenimizle yapılan ibadetler ne kadar şükrümüzü, hamdimizi yerine getirir ki? Bu bedenimizle ömür boyu namaz kılsak, hayatımızın her gününü oruçlu geçirsek, şu görebilmenin veya duyabilmenin şükrünü ödeyebilir miyiz? Peygamber Efendimiz (S.A.V): “Hiç kimse kendi ameliyle kurtuluşa eremez.” derken sadece kalben Allah’a ulaşmayı dilemek o kişiyi kurtaracaktır. Onun ötesinde kimsenin kurtulacağı kesin değildir.
Sevgili kardeşlerim, bir kıssa vardır ya, Hz. Musa zamanında, dağ başında bir çoban oturmuş dua ediyor. Buna şahit olan Hz. Musa, adamı dinliyor. Çoban şöyle dua ediyor: “Rabbim, keşke şimdi burada olsan, Sana sarılsam, Seni sevsem, başını böyle dizime koysan da, saçlarını okşasam, sakalını sıvazlasam, başındaki bitleri ayıklasam.” derken Hz. Musa müdahale ediyor. “Ya ne yapıyorsun, böyle dua edilir mi? Allahû Tealâ böyle değil. İşte böyle dua edeceksin.” diye gösteriyor. O sırada Allahû Tealâ, Hz Musa’ya “Ey Musa, neden aramıza girdin? O çaban Beni öyle seviyor. Bende onu öyle çok seviyorum.” demiştir.
Allahû Tealâ sadece kalbe bakıyor. Kalpteki sıcaklığı görmek istiyor. O bizim ne kıyafetimize ne yaptığımıza bakıyor, sadece nazargâhı olan kalbimize bakıyor. Bir hadîste, Peygamber Efendimiz (S.A.V) şöyle söylemiştir: “Allahû Tealâ ne Kâbe’yi kendine ev edinmiştir ne de cenneti. Allah mü’minin kalbini Kendisine ev edinmiştir.” demektedir. Yunus Emre de bir dörtlüğünde diyor ki:
Biz gelmedik dava için
Sevgili kardeşlerim, Efendimiz’den öğrendiğimiz kadarıyla birlikte bir sohbet yapalım. İnsanlara Allah’a ulaşmanın farz olduğunu anlatırız, türlü türlü şekillerde hidayetin Allah’a ulaşmak olduğunu ifade ederiz. Sonra “hacet namazıyla Allah’tan sizi irşad edecek mürşidinizi arayın” dediğimizde sürekli başımıza gelen negatif cevaplar olmuştur. Meselâ şöyle söylerler: “Kardeşim ben namaz kılıyorum, ibadetlerimi yapıyorum. Allah’a ulaşmayı dilemiş oluyorum.” veya “Bir mürşide ne gerek var? Onun benden ne farkı var. Ben kendi başıma Allah’a dua ederim. Allah’ın merhameti sonsuzdur.” Bir başka ifadeyle “Hadi canım, rüya ile kişi nasıl mürşidini bulabilir? Rüya ile amel mi olurmuş?” derler.
İşte sevgili kardeşlerim, daha birçok örnek verebiliriz. Düşünebiliyor musunuz? İnsanlar oturur, Allahû Tealâ’nın sistemini yargılarlar. Allahû Tealâ’nın da kendileri gibi olduğunu düşünürler ve kendi bildikleri sisteme uygunsa, ancak o şekilde kabulleniyorlar. Mantığına uymadığını söyleyerek hidayeti reddedenler çok olmuştur.
Sevgili kardeşlerim, bizleri yaratan, düşüncemizi de yaratan Allahû Tealâ nasıl oluyor da yarattığı düşünceye sığabilir? Yarattığı şeye sığmaz. O halde insan, Allah’ı düşünerek O’nun sistemini nasıl yargılayabilir? Efendimiz, bizlere “Allah’ı tanıdıkça O’na âşık olacaksınız. O’na hayran olacaksınız.Ötesinde O’na köle olmak isteyeceksiniz.” demiyor mu? Köle olmak isteyeceğimiz Rabbimizi nasıl dilemezler? Bazen şöyle derler: “Ben giderim bir mürşide, onu incelerim. Eğer davranışları, tavırları kusursuzsa, onun gerçekten Allah’ın dostu olduğunu bilirim.” Veya mürşide tâbî olmak isteyenler vardır, kendi istekleriyle gidip tâbî olmak ister ama Allahû Tealâ bunu kendisinin seçemeyeceğini söylüyor. Nahl Suresinin 9. âyet-i kerimesinde şöyle buyuruyor:
Öyleyse sevgili kardeşlerim, Allahû Tealâ hacet namazının arkasından size göre kim, sizi irşad edecekse, sizin için tayin edilen
mürşid kimse ve sadece bunu Allah biliyorsa soracağımız tek yer Allahû Tealâ’dır. Ama günümüzde insanlar rüya ile amel olmaz diyerek mürşidi aramayı reddederler. Ama Allahû Tealâ Mâide Suresinin 35.âyet-i kerimede bunun farz olduğunu buyurmaktadır:
5/MÂİDE-35: Yâ eyyuhâllezîne âmenûttekûllâhe vebtegû ileyhil vesîlete ve câhidû fî sebîlihi leallekum tuflihûn(tuflihûne).
Ey
âmenû olanlar (Allah’a ulaşmayı, teslim olmayı dileyenler); Allah’a
karşı takva sahibi olun ve O’na ulaştıracak vesileyi isteyin. Ve O’nun
yolunda cihad edin. Umulur ki böylece siz felâha erersiniz.Allah’a ulaşmayı dileyen kişinin kalbine bir kıvılcım düşecek bu ateş, ona bir mürşid arama ihtiyacı duyuracaktır. Bunu kişiye Allah yaptırmaktadır. Allahû Tealâ: “Kim Bana ulaşmayı dilerse onu Ben Kendime ulaştıracağım.” diyor. Öyleyse Allah’a ulaşmayı dileyenler için kılınan hacet namazı Allah’ın emridir.
Osmanlı döneminde Bursa civarlarında yaşayan bir Çarıkçı Baba varmış. Bu zat çarık yaparak geçimini sağlayan fakir bir Allah dostuymuş. Sohbetini dinleyen halkı onu çok sever, maddî olarak da yardım da bulunurlarmış. Günlerden bir gün Çarıkçı Baba yine sohbet ederken şöyle söylüyor: “Kardeşlerim, Allah izin verirse bir gün bu mahalleye büyük bir cami yaptıracağım.” Halkın içinden birkaçı buna inanmamış ve şöyle demişler: “Baba, sen çarık yaparak zorla geçinen bir garip dervişsin. Nasıl olacak da üç beş tane çarık yaparak cami yaptırabilirisiniz ki?” Bizim Çarıkçı Baba “Eeee evlât, dedik ya Allah izin verirse diye.” Bunun üzerine birçoğu inanmamış.
O gece Çarıkçı Baba hacet namazı kılarak Allahû Tealâ’ya şöyle dua eder: “Rabbim ben halkıma cami yaptıracağım, dedim. Sen izin verirsen, beni mahcup etmeyesin, bana yardım edesin.” Ve hacet namazının ardından uykuya dalar ve rüyasında Çarıkçı Baba’ya şöyle söylenir: “Ey kulum, hazırlanasın, doğuya doğru yola çıkasın. Orada senin için rızık olarak iki salkım üzüm ayırdım. Gidip onu nasiplenesin.” diye rüya görür. Bunun üzerine Çarıkçı Baba: “Hanım yolluğumu hazırla, ben yolculuğa çıkıyorum.” der.
Çarıkçı Baba fakir olduğundan evde kuru ekmekten başka bir şey olmadığı için yolluk olarak yanına kuru ekmek alır. Ve yola düşer. Bir süre yürüdükten sonra dinlenmek için bir kahvehanenin yanında, bir ağacın altına oturur. Ekmeğini çıkarıp yemeğe başlar, kuru ekmeği kıtır kıtır yemeğe çalışırken kahveci onu görür ve hemen yanına koşar. “Baba ne yapıyorsun? Hayırdır.” der. Çarıkçı Baba ekmeği göstererek “Evlât yemeğimi yiyorum.” deyince kahveci “Dur biraz bekle, bizim asmanın iki salkım üzümü kaldı, onu da sana kesip getireyim de bari ekmeği yerken üzümle ıslatırsın.” der. Kahvehane sahibi üzümü getirmeye gidince bizim Çarıkçı Baba fazla uzaklaşmadan rızkının geldiğini düşünür. Üzüm gelince kahveci sorar “Eee baba, nereden gelip nereye gidersin, seni buralarda hiç görmedim, sen kimsin?” deyince bizim Çarıkçı Baba “Evlât, bir rüya gördüm Allahû Tealâ bana Şam’a git dedi, ben de Şam’a gidiyorum. ”deyince kahvehane sahibi kızgın bir şekilde “ Baba ya sen delimisin? Bir rüya ile yola mı çıkılır? Ben sürekli rüya görüyorum, her rüyaya göre kendimizi yollara vursak olur mu hiç, meselâ sürekli gördüğüm bir rüya vardır. Falanca köyde çarıkçılık yapan bir derviş varmış. Onun avlusunda bir çeşme ve çeşmenin altında da iki küp altın olduğunu neredeyse sürekli görüyorum. Ne yani şimdi kalkıp bir rüyanın peşinden mi koşayım? Kalkıp oraya mı gideyim? Baba sen boşuna yola düşmüşsün” deyince bizim Çarıkçı Baba mesajı almış. Tekrar dönüp altınları çıkarıp söylediği gibi camiyi yaptırmıştır.
Sevgili kardeşlerim, Allahû Tealâ’nın nasıl bir yol çizdiğini anlayabiliyor musunuz? Hiçbir zaman önümüzde hazır bir şey yok. Önce bizi imtihan ediyor, sonra kazandığımızı, teslim olduğumuzu görmek istiyor. Sonra yardımını gönderiyor. Nasıl Çarıkçı Baba’ya direkt altınların yerini göstermektense o kadar yol aldırıyor. Hem teslimi gösteriyor hem de mükâfatını veriyor. Allah’ın sisteminde iştiyak ve liyakat kanunu kesindir. Hiç kimse bedavadan bir şeye malik olamaz. Rabbimiz ile olan ilişkilerimizi gözden geçirmemiz gerekiyor. O’na olan bağlılığımızı, ne kadar teslim olacağımızı gözden geçirmemiz gerekiyor. Allahû Tealâ îmânımızın tahkiki îmâna dönüşmesini arzuluyor. Öte noktada tevekkülümüz artacaktır. Cezbesi olan kardeşlerimiz cezbelendiklerinde Allahû Tealâ: “İşte buradayım, varım.” derken her seferinde îmânımız daha da artmalıdır.
Sevgili kardeşlerim, gideriz, sohbetler yaparız. O insanlarda şunu görürüz. Günümüz dîn tatbikatından öğrendikleri şeylerle hiçbir şey bilmediklerine siz şahitsiniz. Bir gün gençleri topladım, şöyle söyledim: “Hadi bakalım gençler, bana Rabbimizden bahsedin. Allah hakkında ne biliyorsunuz? Allah’ı ne kadar tanıyorsunuz?” Biliyor musunuz ne dediler: “Rabbimiz bizi yarattı ve bize ruh üfürdü. Başka da bir şey yok.”
Düşünün, Allah hakkında hiç kimse bir şey bilmiyor. Rabbimizin bizi sadece yarattığını biliyorlar, başka da bir şey bilmiyorlar. Şeytanın işini nasıl yaptığını görebiliyor musunuz? İnsanları Allah’tan koparmış, nasıl cennete gideriz hesabına düşmüşlerdir. Hacca gidenler anlatırlar ya “Orada namaz kılanlar, yüz bin kat fazla sevap alıyor, kâbeye gelip de burada ibadet yapanın günahları silinecek ve cennete gideceğiz.” Hayatlarında Allah’a kavuşmak, O’na ulaşmak gibi bir istekleri olmayan, Rabbimiz hakkında hiçbir şey bilmeyen bu insanlar maalesef cehenneme doğru hızla ilerliyorlar.
Efendimiz bizlere: “Başkaları için yaşamalısınız.” derken şunu idrak ediyoruz. Başkaları için yaşamanın en başında insanlarının hidayetine vesile olmak gelir. Düşünebiliyor musunuz, bir kişinin hidayete ulaşmasını sağlamak, ona yapacağınız en büyük yardımdır. Ebedî cehennemden kurtulacak sonsuz bir mutluluğa ulaşacak. İşte başkaları için yaşamanın en başında, onları hidayete davet etmek gelir. Kalplerinde cennet arzusu veya cehennem korkusunun ötesinde Allah’a olan bağlılık, Allah’a ulaşmayı dilemek onu kurtuluşa doğru ilerletecektir.
Efendimiz bize sürekli söyler ya: “Kim olursa olsun, ister hristiyan, ister musevi, isterse de müslüman olsun, Allahû Tealâ öncelik olarak yapılan ibadetlere bakmıyor. Sadece kalbe bakıyor. Sevgili kardeşlerim, bu bedenimizle yapılan ibadetler ne kadar şükrümüzü, hamdimizi yerine getirir ki? Bu bedenimizle ömür boyu namaz kılsak, hayatımızın her gününü oruçlu geçirsek, şu görebilmenin veya duyabilmenin şükrünü ödeyebilir miyiz? Peygamber Efendimiz (S.A.V): “Hiç kimse kendi ameliyle kurtuluşa eremez.” derken sadece kalben Allah’a ulaşmayı dilemek o kişiyi kurtaracaktır. Onun ötesinde kimsenin kurtulacağı kesin değildir.
Sevgili kardeşlerim, bir kıssa vardır ya, Hz. Musa zamanında, dağ başında bir çoban oturmuş dua ediyor. Buna şahit olan Hz. Musa, adamı dinliyor. Çoban şöyle dua ediyor: “Rabbim, keşke şimdi burada olsan, Sana sarılsam, Seni sevsem, başını böyle dizime koysan da, saçlarını okşasam, sakalını sıvazlasam, başındaki bitleri ayıklasam.” derken Hz. Musa müdahale ediyor. “Ya ne yapıyorsun, böyle dua edilir mi? Allahû Tealâ böyle değil. İşte böyle dua edeceksin.” diye gösteriyor. O sırada Allahû Tealâ, Hz Musa’ya “Ey Musa, neden aramıza girdin? O çaban Beni öyle seviyor. Bende onu öyle çok seviyorum.” demiştir.
Allahû Tealâ sadece kalbe bakıyor. Kalpteki sıcaklığı görmek istiyor. O bizim ne kıyafetimize ne yaptığımıza bakıyor, sadece nazargâhı olan kalbimize bakıyor. Bir hadîste, Peygamber Efendimiz (S.A.V) şöyle söylemiştir: “Allahû Tealâ ne Kâbe’yi kendine ev edinmiştir ne de cenneti. Allah mü’minin kalbini Kendisine ev edinmiştir.” demektedir. Yunus Emre de bir dörtlüğünde diyor ki:
Biz gelmedik dava için
Bizim işimiz sevi için.
Dostun evi gönüllerdir
Gönüller yapmaya geldik.
Öyleyse Allahû Tealâ’nın evi gönüllerdir ve Yunus Emre “gönüller yapmaya geldik” derken Allah ile olan birlikteliğini dile getirmiştir. Şimdi günümüzde ise Allah ile olan birliktelik Efendimiz Mehdi (A.S)’dadır. Herşeyimizi O’ndan öğrenir, Rabbimizi ancak O’nunla tanıyabiliriz. O sebepten Efendimiz: “Allah’a ulaşmayı dileyin, Allah size cenneti garanti etmiştir.” demektedir. Şu dünya üzerinde hidayeti açıklayan tek kişi Allah Resûl’ü Efendimiz’dir.
Sevgili kardeşlerim, bizler ne öğrendiysek sadece Efendimiz’den öğreniyoruz. Bizim başka bir kaynağımız yoktur. Hayatımızın her noktasında Efendimiz’le birlikte olmalı, her anımızı Rabbimizi zikirle geçirmeliyiz.
Bir gün Mevlâna Hazretleri, Şemsi Tirmizi (efendim tebrizi olmayacak mı) Hazretleri ile birlikte çok büyük mutluluklar içindeyken, Şemsi Tirmizi Konya’dan habersiz ayrılıyor. Mevlâna Hazretleri adeta deliye dönüyor. Arıyor, heryere bakıyor ama bir türlü mürşidi Şems’ten haber alamıyor. Çok ağlıyor. O sıralar yanına dolandırıcının, sahtekârın biri geliyor. Ve diyor ki: “Hoca ben Şems’i gördüm. Yerini söylersem bana ne vereceksin?” deyince Mevlâna: “Tamam, söyle ne istersen veririm.” diyor. Bu adam “Şems’i Bağdat’ta gördüm.” deyince Mevlâna çıkarıp cübbesini veriyor. Mevlâna’nın talebesi “Hocam ne yaptınız, bu adam dolandırıcının teki, herkes bunu bilir, siz de bilirsiniz. Belli ki yalan söyledi, neden cübbenizi verdiniz?” Mevlâna Hazretleri, evlât biliyorum yalan olduğunu, onun için cübbemi verdim. Eğer hocam Şems’in yerini doğru söyleseydi, canımı bile verirdim.” diyor.
Öyleyse sevgili kardeşlerim, bizler hepimiz, Efendimiz ile olan bağımızı bir gözden geçirmeliyiz. Acaba biz de Mevlâna gibi âşık olabiliyor muyuz? Herşeyimiz olan Efendimiz’le bağımız nasıl? Rabbimize ne kadar âşığız? Oturup düşünmemiz gerekiyor. Günün ne kadarını zikrediyorsak, işte biz o kadar varız. Rabbimiz ile ilişkilerimiz ancak yaptığımız zikir kadardır.
Öyleyse sevgili kardeşlerim, bizler de Rabbimizin sevgisine mazhar olmak istiyorsak, Efendimiz’le birlikte olmanın şerefini yerine getirmek istiyorsak Efendimiz’den öğrendiğimiz kadarıyla sadece ama sadece çok zikir yapmalıyız. Hepinizi çok seviyor, Efendimiz’in himmetiyle 7 safhada 4 teslimi gerçekleştirmemiz dilekleriyle inşaallah.
ALLAH RAZI OLSUN
Öyleyse Allahû Tealâ’nın evi gönüllerdir ve Yunus Emre “gönüller yapmaya geldik” derken Allah ile olan birlikteliğini dile getirmiştir. Şimdi günümüzde ise Allah ile olan birliktelik Efendimiz Mehdi (A.S)’dadır. Herşeyimizi O’ndan öğrenir, Rabbimizi ancak O’nunla tanıyabiliriz. O sebepten Efendimiz: “Allah’a ulaşmayı dileyin, Allah size cenneti garanti etmiştir.” demektedir. Şu dünya üzerinde hidayeti açıklayan tek kişi Allah Resûl’ü Efendimiz’dir.
Sevgili kardeşlerim, bizler ne öğrendiysek sadece Efendimiz’den öğreniyoruz. Bizim başka bir kaynağımız yoktur. Hayatımızın her noktasında Efendimiz’le birlikte olmalı, her anımızı Rabbimizi zikirle geçirmeliyiz.
Bir gün Mevlâna Hazretleri, Şemsi Tirmizi (efendim tebrizi olmayacak mı) Hazretleri ile birlikte çok büyük mutluluklar içindeyken, Şemsi Tirmizi Konya’dan habersiz ayrılıyor. Mevlâna Hazretleri adeta deliye dönüyor. Arıyor, heryere bakıyor ama bir türlü mürşidi Şems’ten haber alamıyor. Çok ağlıyor. O sıralar yanına dolandırıcının, sahtekârın biri geliyor. Ve diyor ki: “Hoca ben Şems’i gördüm. Yerini söylersem bana ne vereceksin?” deyince Mevlâna: “Tamam, söyle ne istersen veririm.” diyor. Bu adam “Şems’i Bağdat’ta gördüm.” deyince Mevlâna çıkarıp cübbesini veriyor. Mevlâna’nın talebesi “Hocam ne yaptınız, bu adam dolandırıcının teki, herkes bunu bilir, siz de bilirsiniz. Belli ki yalan söyledi, neden cübbenizi verdiniz?” Mevlâna Hazretleri, evlât biliyorum yalan olduğunu, onun için cübbemi verdim. Eğer hocam Şems’in yerini doğru söyleseydi, canımı bile verirdim.” diyor.
Öyleyse sevgili kardeşlerim, bizler hepimiz, Efendimiz ile olan bağımızı bir gözden geçirmeliyiz. Acaba biz de Mevlâna gibi âşık olabiliyor muyuz? Herşeyimiz olan Efendimiz’le bağımız nasıl? Rabbimize ne kadar âşığız? Oturup düşünmemiz gerekiyor. Günün ne kadarını zikrediyorsak, işte biz o kadar varız. Rabbimiz ile ilişkilerimiz ancak yaptığımız zikir kadardır.
Öyleyse sevgili kardeşlerim, bizler de Rabbimizin sevgisine mazhar olmak istiyorsak, Efendimiz’le birlikte olmanın şerefini yerine getirmek istiyorsak Efendimiz’den öğrendiğimiz kadarıyla sadece ama sadece çok zikir yapmalıyız. Hepinizi çok seviyor, Efendimiz’in himmetiyle 7 safhada 4 teslimi gerçekleştirmemiz dilekleriyle inşaallah.
ALLAH RAZI OLSUN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
KATAGORİLER