12 Mart 2013 Salı

Devrin İmamı Demek, Huzur Namazının İmamı Demektir.

Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım! Allah'a sonsuz hamd ve şükrederiz ki; bir defa daha siz sevdiklerimizle birlikteyiz.

Seven, sevene koşar. Sevmeyen, sevmediğinden kaçar.

Sevgili kardeşlerim! Biz sizlerin merkezinde olanlarız. Allah'a doğru koşan, bize doğru koşar.

Allah, dostlarını seçerken kimseye sormaz. Allah seçer ve seçtiğine yetkiler verir. Allah için olmanın dereceleri, verdiği yetkinin seviyesine bağlıdır. Her devirde bir devrin imamı daima vardır. Hiç kimse: "Ben devrin imamıyım." diye ortaya çıkamaz. Allahû Tealâ'nın bunu bizatihi bildirmesi ve emretmesi asıldır.

Devrin imamı demek, huzur namazının imamı demektir. Nasıl yeryüzünde, her tarafta, İslâm âleminde namazlar kılınıyorsa, 7. gök katının 7. âleminde de yani İndi İlâhi'de de huzur namazı kılınır. Huzur namazının imamı aynı zamanda devrin imamıdır. İşte sizlere defalarca uzun uzun anlatmıştık; huzur namazı nasıl kılınır, en başta kim vardır? En başta olanın yani namazı kıldıranın asıl sahibi nebîlerdir. Nebîler Sultanı Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V) Efendimiz, Son Nebî idi. Allahû Tealâ Kur'ân-ı Kerim'de diyordu ki:

33/AHZÂB-40: Mâ kâne muhammedun ebâ ehadin min ricâlikum, ve lâkin resûlallâhi ve hâtemen nebiyyin(nebiyyine), ve kânallâhu bi kulli şey’in alîmâ(alîmen).
Muhammed (A.S), sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası olmamıştır (değildir). Fakat Allah’ın Resûl’ü ve Nebîler’in (Peygamberler’in) Hatemi’dir (Sonuncusu). Allah, herşeyi en iyi bilendir.


Allahû Tealâ: "Muhammed, içinizden hiçbir erkek çocuğunun babası değildir. O, Allah'ın Resûl'ü ve Nebîlerin Hatemi'dir (sonuncusudur). Nebîlik (peygamberlik) müessesesi O'nunla son bulacaktır." diyor.

Böylece Peygamber Efendimiz (S.A.V), Son Nebî olarak yaşadı ve O'ndan sonra bir daha nebî  (peygamber) gelmesi hiçbir zaman mümkün değildir.

İblis, nebî kavramıyla resûl kavramını özel bir şekilde değiştirmek suretiyle insanları (İslâm âlemini) darmadağın etmiş. Kur'ân-ı Kerim'de nebîler, kendilerine kitap verilen peygamberlerdir. Bütün nebîler aynı zamanda mutlaka resûldürler. Risalet müessesesi kesintisizdir.

Allahû Tealâ Mu'minûn Suresinde buyuruyor ki:

23/MU'MİNÛN-44: Summe erselnâ rusulenâ tetrâ, kullemâ câe ummeten resûluhâ kezzebûhu fe etbâ’nâ ba’dahum ba’dan ve cealnâhum ehâdîs(ehâdîse), fe bu’den li kavmin lâ yu’minûn(yu’minûne).
Sonra Biz, resûllerimizi ardarda (arası kesilmeksizin) gönderdik. Her ümmete resûlü geldiği zaman, her defasında onu yalanladılar. Biz de onları birbiri arkasından (helâk ettik). Ve onları efsane kıldık. Artık mü’min olmayan kavim (Allah’ın rahmetinden) uzak olsun.


"Biz bütün kavimlere ardarda resûller göndeririz. Onlardan resûller göndeririz."

Allahû Tealâ bütün kavimlere resûl gönderiyor. Daha açık bir ifadeyle, o kavimden birisini resûl tayin ediyor. Allah'ın tayin ettiği bu kişi, o kavmin içindendir.

Allahû Tealâ: "Resûller ardarda gelir." diyor. Peygamber Efendimiz (S.A.V) nebî resûldür. O nübüvvetinden sonra, kendi ülkesinde de resûller bir bir gelmiştir. Ama resûller, risaleti Allahû Tealâ kendilerine emrederse açıklarlar. Açıklamak yetkisinde değildirler. Velî resûller için de, nebî resûller için de durum aynıdır.  

Peygamber Efendimiz (S.A.V) Son Nebî idi.

Bütün nebîler aynı zamanda resûl olduğu cihetle, aynı zamanda da resûldür. Allahû Tealâ diyor ki: "Kıyâmete kadar her kavimde bir resûl beas edeceğiz. Her kavimde bir resûl mutlaka var olacak."

Şimdi böyle bir müesseseyi bozmak için şeytan ne yapabilirdi? Yapması lâzımgelen şeylerden bir tanesi; nebî ve resûl kavramlarını karışık, içinden çıkılmaz bir hale getirmekti. Bunu yaptı. "Resûller, kendilerine kitap verilen peygamberlerdir." diye bir açıklama, bizim zamanımıza kadar devam etti. Herkes öyle zannetti. "Resûller, kendilerine kitap verilen peygamberlerdir. Nebîler ise kendilerine kitap verilmeyen peygamberlerdir." Böyle söylendi.

Sevgili kardeşlerim! Asıl ifadesiyle (Farsça ifadesiyle), nebî (peygamber); kendisine mutlaka bir şeriat kitabı verilen, diğer resûllerden üstün bir hüviyeti (pozisyonu) olan birisidir. Allah'tan doğrudan emri alır ve o emri mutlaka îfa eder. Aynı zamanda resûl olduğu için, "diğer resûllerden" ifadesini kullandık.

Bütün nebîler, Allah'ın tasarrufu altındadır. Tasarrufun altında sadece bir kişi olur. O kişi, devrin imamıdır. İşte peygamberlerin olmadığı devirde de devrin imamları hep var olmuştur. Her devirde o devrin bir imamı, mutlaka İndi İlâhi'de görev alır. O zaman nebîlerin olmadığı bir devirde mutlaka resûllerden birisi vekâleten devrin imamı olacaktır.

Devrin imamı; eğer o devirde bir nebî varsa asaleten imamdır, asaleten devrin imamıdır, nebîdir. Eğer o devirde bir nebî yoksa bir velî resûl, peygamber yerine peygamber olmayan bir velî resûl vekâlet edecektir. Velî resûller nebî olamazlar.

Nübüvvet müessesesi, insan için kâinattaki en üstün müessesedir. Nübüvvet, peygamberliktir. Allah'ın bu vazifeyi verdiği kişi yani devrin imamı olmak vazifesini verdiği kişi eğer peygamberse o, nübüvvetin sahibidir. Ama biliyorsunuz ki; Peygamber Efendimiz (S.A.V) devrinin imamıydı, huzur namazının imamıydı ve nübüvvet olarak bu görevi almıştı yani nebîydi. Olması lâzımgelen aslında budur.

Huzur namazının imamı aslında bir nebî resûl'dür. Onun için makam, nübüvvet makamı olduğu cihetle, nebîler aslî olarak zamanlarının huzur namazının imamıdırlar. Asaleten bu görevi yürütürler. Ama Hz. İbrâhîm'den başlayan bu dizayn, Hz. Musa ile Hz. İsa ile Hz. Muhammed Mustafa Efendimiz (S.A.V) ile devam etti.

Nübüvvet herkese verilemez. Nübüvvet, üstün insan olmayı gerektirir. Peygamber Efendimiz (S.A.V), o üstünlüğün sahibiydi. Son nebî olarak görevlendirildi. Huzur namazının imamlığı vazgeçilmez bir müessese olduğu için, mutlaka huzur namazının günde 7 vakit kılınması gerektiği için, orada bu görevi yapacak olan bir kişinin mutlaka görev alması gerekiyor. Bu sebeple peygamberlerin olmadığı devredeki geçen zaman aralarında Allahû Tealâ,  resûllerden birini huzur namazının imamı kılar. Çünkü nebî yoktur. Nebîlerin olmadığı devirlerde, resûllerden birisi huzur namazının imamı olarak görev alır. İşte o, devrin imamıdır. Ama vekâleten devrin imamıdır. Devrin imamı nebî olsaydı, o görevi yapacak olanın vekili sıfatıyla bu görevi gerçekleştirebilir. 

Sevgili kardeşlerim! Allahû Tealâ'nın dizaynı içersinde görev, hiçbir zaman boş bırakılmaz. Bu sebeple nebîlerin bulunmadığı bütün devirlerde, Allahû Tealâ velî resûllerinden birini huzur namazının imamı olmakla vazifelendirir. Başka bir alternatif de yoktur. Nebî mevcut olmadığı için bu görev vekâleten yürütülecektir. İşte bu devirdeki huzur namazının imamı; O, Biziz. Hayatta kaldığımız sürece bu görev bize Allahû Tealâ tarafından emanet edilmiştir ve bu görevi bir ömür boyu sürdürmekle vazifeli kılındık.

Sevgili kardeşlerim! Nebî ve resûllük kavramları insanlar tarafından sadece birbirine karıştırılmamış, çok yanlış da anlaşılmıştır. Zannedilir ki resûller peygamberdir; nebîler peygamber olmayan resûllerdir. Eğer nübüvvet müessesesi böyle anlaşılıyorsa, bu büyük bir hatadır. Allahû Tealâ "peygamberlik" kelimesinin tam karşılığının "nebî" kelimesi olduğunu ifade ediyor. Nebî; peygamberdir. Ama resûl kelimesini tek başına aldığınız zaman peygamberler için de kullanılabilir. Ama risalet, peygamber olmayan huzur namazının imamlarını da kaplamaktadır.

Allah'ın huzurunda kılınan huzur namazının devrin imamı mutlaka var olacaktır. İnsanlık var olduğu sürece huzur namazının imamı da mutlaka var olacaktır. İslâm'dan birisi Allahû Tealâ tarafından bu konuda seçilecektir. Kendisine tebligat yapılacak ve Allahû Tealâ ona ilim öğretecektir. İşte şuna sonsuz hamd ve şükrediyoruz ki; Allahû Tealâ bize o ilmi, Kur'ân ilmini öğretti. Dünya üzerinde Allahû Tealâ bize 19 ciltten oluşan 8536 sayfalık, 19 ciltlik bir Kur'ân açıklaması yaptırdı.

Sevgili kardeşlerim! Biz sadece bir insanız. Hiçbir şey bildiğimizi iddia etmiyoruz. Söylediğimiz şudur ki; neyi biliyorsak, onu bize insanlar değil Allah öğretti. Size neyi öğretmişsek... 19 cilt Kur'ân-ı Kerim'in esaslarını biz sizlere hep anlattık. Hamdolsun ki, elimizde 19 cilt Kur'ân-ı Kerim mevcut; 8536 sayfa. Sevgili kardeşlerim! Bu bir eserdir. Bize en çok huzur veren tarafı, onun bütün açıklamalarının bize Allahû Tealâ tarafından yazdırılmasıdır.

Bizim Kur'ân-ı Kerim'imizin dışındaki bütün Kur'ân'ları incelediğiniz zaman, 2 âyet-i kerime sizin dikkatinizi çekmeli:


Âli İmrân-73: "İnnel hudâ hudâllâh"

Bakara-120: "İnne hudâllâhi huvel hudâ" 


ÂLİ İMRÂN-73: Ve lâ tu’minû illâ li men tebia dînekum, kul innel hudâ hudallâhi en yu’tâ ehadun misle mâ ûtîtum ev yuhâccûkum inde rabbikum, kul innel fadla bi yedillâh(yedillâhi), yu’tîhi men yeşâu, vallâhu vâsiun alîm(alîmun).
Ve (Ehli Kitap): “Sizin dîninize tâbî olandan başkasına inanmayın.” (dediler). (Habibim onlara) De ki: “Muhakkak ki hidayet Allah'a ulaşmaktır. (İnsanın ruhunun ölmeden önce Allah’a ulaşmasıdır.) Size verilenin bir benzerinin, bir başkasına verilmesidir.” Yoksa onlar, Rabbiniz'in huzurunda, sizinle çekişiyorlar mı? (Onlara) De ki: “Muhakkak ki fazl Allah’ın elindedir. Onu dilediğine verir.” Ve Allah, Vâsi’dir (ilmi geniştir, herşeyi kapsar), Alîm'dir (en iyi bilendir).



2/BAKARA-120: Ve len terdâ ankel yahûdu ve len nasârâ hattâ tettebia milletehum kul inne hudâllâhi huvel hudâ ve le initteba’te ehvâehum ba’dellezî câeke minel ilmi, mâ leke minallâhi min veliyyin ve lâ nasîr(nasîrin).
Ve sen onların dînine tâbî olmadıkça (uymadıkça) ne yahudiler ve ne de hristiyanlar senden asla razı olmazlar. De ki: “Muhakkak ki Allah’a ulaşmak (Allah’ın kendisine ulaştırması) işte o, hidayettir.” . Sana gelen ilimden sonra eğer gerçekten onların hevalarına uyarsan, senin için Allah’tan bir dost ve bir yardımcı yoktur.


"Devrin imamı kimdir?" diye sorarsanız; bu iki âyet-i kerimeye bakıp cevap vereceksiniz. Çünkü hiç kimse, yazmış olduğu Kur'ân-ı Kerim'leri bundan sonra değiştiremez. 


"innel hudâ hudallâh..."

"inne: muhakkak ki

el hudâ: hidayet
hudallâh: Allah'a ulaşmaktır."

Diğeri: "İnne hudâllâhi huvel hudâ"

"inne: muhakkak ki
hudâllâhi: Allah'a ulaşmak,
huve: işte o
el hudâ: hidayettir."


Sevgili kardeşlerim! Bu noktada çok dikkatli olarak söylediğimiz söze bir açıklama getirmek üzere kendinizi hazırlayın ki;  Allah'ın bize yazdırdığı Kur'ân-ı Kerim dışındaki bütün mealler, "İnnel hudâ  hudallâhi" da, "İnne hudâllâhi huvel hudâ"  açıklama aslını da; "Hidayet doğru yoldur." şeklinde tercüme etmişler, Türkçe'ye çevirmişler. O kadar Kur'ân-ı Kerim arasında sadece bir Kur'ân-ı Kerim, bizim 19 ciltlik, 8536 sayfalık Kur'ân-ı Kerim dizaynımız, sadece o, sadece bir tek Kur'ân-ı Kerim, sadece bizim Kur'ân-ı Kerim'imiz, oradaki gerçek mânâyı Allahû Tealâ'dan öğrenerek bünyesine almıştır.

Öyleyse biz, aslında dîn ve ilim açısından, dîn ilmi açısından bir değer olduğumuzu ifade etmiyoruz. Biz bir hiçiz. Ama biz Allah'ın bir kalemiyiz. Ama biz Allah'ın telefonuyuz. Ama biz Allah'ın emirlerini alır, sizlere ulaştırırız. 


Öyleyse "Bu devirde Allah'tan emir alabilen, insanlara ulaştırabilen birisi var mı?" diye soruyorsanız; bunun cevabını bize sormayın. Biz: "Evet. Bizden alıyorsunuz." diyoruz. Ama siz, bizim dışımızda olan bizi izleyenler ve dinleyenler! Hacet namazını kılıp, sizler bizi Allah'tan sormak zorundasınız. Çünkü Kur'ân-ı Kerim'de "hidayet" kelimesi kaybolmuştur. Hidayet müessesesi "doğru yol" olarak değerlendirmiştir. Öyleyse biz hidayetin bugünkü temsilcisiyiz. Hidayete eren ve erdiren kişi; Mehdi'dir. 


Şimdi sevgili kardeşlerim, hidayetin mânâsının dahi bilinmediği bir ortam düşünün. Bunca Kur'ân-ı Kerim çıkmış, bütün Kur'ân-ı Kerim'lerde o iki âyet-i kerime, hidayeti en açık anlamda belirten iki âyet-i kerime "Hidayet, doğru yoldur." gibi bir ifadeyle gerçek anlamı yok edilerek devre dışı bırakılmıştır. O halde biz hidayetin bugünkü sahibi miyiz? Bütün Kur'ân-ı Kerimler, bütün âlimler, dîn adına bütün ahkâm kesenler, hidayeti "doğru yol" olarak değerlendirmişlerse ve âyet-i kerime; doğru yol olarak değil, "Hidayet, Allah'a ulaşmaktır." diyorsa, bütün Kur'ân-ı Kerim'lerde bu gizlenmişse ve Allah'ın bize öğrettiği bu öğretiyi biz, kendi Kur'ân-ı Kerim mealimizde tek bir Kur'ân-ı Kerim olarak -başka hiçbir Kur'ân-ı Kerim mealinde de böyle bir ifadeyi hiçbir zaman bulmanız mümkün değildir- vermişsek...

Kur'ân-ı Kerim mealleri yazılmış ve piyasaya çıkmıştır. O piyasaya çıkan bütün Kur'ân-ı Kerim meallerinin hiçbirisinde bu muhtevada bir değişiklik yapılmamıştır. "Hidayet doğru yoldur." denmiş ve herşey öylesine bir sisin arkasında kaybolmuştur ki; hidayetin ne olduğu kimse tarafından anlaşılamamıştır.

Oysaki hidayetin tarifi bu kadar basit! Hidayet; insan ruhunun o kişi dünya hayatını yaşarken yani ölmeden evvel Allah'a ulaşmasıdır. Öldükten sonra herkesin ruhu Allah'a geri döner. Ölüm, bir fizik vücudunun görev süresinin bitmesi işlemidir. İnsanlar (fizik vücutlar) ölür ama onun içindeki ruh, Allah'a geri dönecektir. Eğer kişi daha evvel ruhunu Allahû Tealâ'ya ulaştırmamışsa, ölünce vücudundan ayrılan ruhunu Azrail (A.S) ile O'nun yardımcıları beraberlerine alarak Allah'a ulaştırırlar. Ama bizler gibi ruhlarını Allah'a ulaştıranlar için böyle bir işlem söz konusu değildir. Sevgili kardeşlerim! Bu kişinin vücudunda artık ruh yoktur. İşte şu anda sizinle ruhsuz bir insan konuşuyor. Bizim de vaktiyle ruhumuz vardı. Hamdolsun ki; hidayete erdik. Allah ruhumuzu Kendisine ulaştırdı. Tüm kardeşlerimiz için de aynı şey söz konusudur. Bu dünya hayatını yaşarken, hepsi ruhlarını Allah'a ulaştırmışlardır. Belki burada daha doğru bir ifade kullanmak lâzım; onlar Allah'a ulaşmayı diledikleri için, Allah onların ruhlarını Kendisine ulaştırmıştır. Allahû Tealâ buyuruyor ki:


42/ŞÛRÂ-13: Şerea lekum mined dîni mâ vassâ bihî nûhan vellezî evhaynâ ileyke ve mâ vassaynâ bihî ibrâhîme ve mûsâ ve îsâ, en ekîmûd dîne ve lâ teteferrekû fîhi, kebure alâl muşrikîne mâ ted’ûhum ileyh(ileyhi), allâhu yectebî ileyhi men yeşâu ve yehdî ileyhi men yunîb(yunîbu).
(Allah) dînde, onunla Hz. Nuh’a vasiyet ettiği (farz kıldığı) şeyi (şeriati); “Dîni ikame edin (ayakta, hayatta tutun) ve onda (dînde) fırkalara ayrılmayın.” diye Hz. İbrâhîm’e, Hz. Musa’ya ve Hz. İsa’ya vasiyet ettiğimiz şeyi Sana da vahyederek, size de şeriat kıldı. Senin onları, kendisine çağırdığın şey (Allah’a ulaşmayı dileme) müşriklere zor geldi. Allah, dilediğini Kendisine seçer ve O’na yöneleni, Kendisine ulaştırır (ruhunu hayatta iken Kendisine ulaştırır).


Allahû Tealâ: "Allâhu yectebî ileyhi men yeşâu ve yehdî ileyhi men yunîb: Allah dilediği kişiyi, dilediğini Kendisine seçer." diyor. İnsanların %95'den fazlasını seçer. En azından %90'dan fazlasını Allahû Tealâ Kendisine seçer. Ama sadece bütün o seçtikleri arasından Allah'a ulaşmayı dileyenleri Kendisine ulaştırır. Dilek, mutlaka bizden olması gerekir. Bu dilek varsa, o kişinin ruhu Allah'a ulaşır. Çünkü Allahû Tealâ: "Kim Bana ulaşmayı dilerse, Ben onu Kendime ulaştırırım." diye söz vermiş. Bu sözünü mutlak olarak yerine getirir.

Öyleyse sevgili kardeşlerim, Allah'a ulaşmayı dilemiş olmayanlar; onların ruhları vücutlarındadır. Ruh, dilediği zaman vücudu terk eder, dilediğini yapar ama tekrar dönüş yeri mutlaka o fizik vücuttur. Başka sığınacak yeri yoktur. Eğer kişi Allah'a ulaşmayı dilemez, mürşidine tâbî olmazsa, o zaman ruhu ölene kadar vücudunda kalacaktır. Ölümle beraber fizik vücut, o ruhun sığınağı olmaktan çıkacağı için, artık ruha sığınaklık etmek imkânına sahip olamayacağı için, ruh vücuttan Azrail (A.S) tarafından alınır ve Allah'a ulaştırılır. Her hâlükârda ruh Allah'a ulaşacaktır.


Bir seyr-i sülûk yoluyla Allah'a ulaşmayı dileyen insanların, göğün 1., 2., 3., 4., 5., 6. ve 7. katlarına diğer ruhlarla beraber yükselebilmesi, 7. katta 7 tane âlemden geçmesi ve sonra önemli olan zikir hücrelerinde zikirlerini tamamlamaları, bu zikirlerini tamamlamalarından sonra Sidretül Münteha'ya ulaşmaları, oradan da dikey bir yolculukla Allah'ın Zat'ına ulaşıp Allah'ın Zat'ında ifna olmaları (yok olmaları) söz konusudur. Ne olur? Allahû Tealâ'ya ait olan Allah'ın ruhu, Allah'ın üfürdüğü ruh, Allah'tan gelmiştir ve tekrar gerçek sahibi olan Allah'a, bir emanet olarak yaşadığı insandan geriye dönüp ulaşmıştır. Herkes için son aynıdır.

Burada olay açık ve kesin olarak belirlenmelidir. Çünkü insan; fizik vücut, ruh ve nefsten oluşur. Ne zaman Allah'a ulaşmayı dileyip de bu dilekten sonra Allah ona mürşidini gösterip mürşidine ulaştığı zaman, ruhu vücudundan ayrılacaktır. Allahû Tealâ ne diyor?


SECDE-9: Summe sevvâhu ve nefeha fîhi min rûhihî ve ceale lekumus sem’a vel ebsâre vel ef’ideh(efidete), kalîlen mâ teşkurûn(teşkurûne).
Sonra (Allah), onu dizayn etti ve onun içine (vechin, fizik vücudun içine) ruhundan üfürdü ve sizler için sem’î (işitme hassası), basar (görme hassası) ve fuad (idrak etme hassası) kıldı. Ne kadar az şükrediyorsunuz.


Allahû Tealâ: "Ve nefeha fîhi min rûhihî" diyor.    

"Ve nefeha: Biz, ona üfledik.
fîhi: içine (onun içine)
min rûhihi: ruhundan."

Allahû Tealâ: "Ruhumdan üfledim." diyor. "ruhenâ" demiyor. "Ruhumuzdan" ifadesini kullanmamış. Allahû Tealâ: "Ben insanın içine ruhumdan üfürdüm." diyor. O üfürdüğü ruhunu da geri istiyor.

Sevgili kardeşlerim! Biz Allah'tan bunları öğrenip de size açıklayıncaya kadar bizim dışımızda hiç kimse böyle bir açıklamayı yapmamıştır; yapamamıştır. Çünkü Allahû Tealâ'dan onu öğrenmemiştir. Neden bahsediyoruz? Kur'ân meallerinden bahsediyoruz. Açın bütün Kur'ân-ı Kerim meallerini, tek tek inceleyin. O iki âyet-i kerimeye dikkatle bakın. 


Âli İmrân-73: "İnnel hudâ hudallâhi"


Bakara-120:  "İnne hudâllâhi huvel hudâ"


Sevgili kardeşlerim! Burada son derece önemli bir konuya temas ettik. Neden? Çünkü söz konusu olan şey, Kur'ân. Yanlışlıklar devri kapanmıştır. Şimdi hidayet devrindeyiz. Hidayet devrinde, bu ilim Allah'tan alınır ve herkese açıklanır. Allah'ın Resûl'üne her taraftan taşlar atılır. Bunlar gayet tabiîdir. Sadece meyve veren ağaç taşlanır.

Sevgili kardeşlerim! Allahû Tealâ'nın dizaynı içersinde, eğer biz bu doğruları anlatıyorsak ve bütün bu Kur'ân-ı Kerim mealleri yanlışsa, o zaman elbette bize düşman olanların sayısı pek çok olacaktır. O zaman her türlü saldırılara muhatap olacağız. Bu da eşyanın tabiatına aykırı bir sonuçtur.

Sevgili kardeşlerim! Şunu açık ve kesin olarak söyleyelim ki; saldırılar bizi hiç alâkadar etmiyor. Biz, Allah'ın gölgesinde yaşarız. Biz, Allah'ın Resûl'üyüz. Hiç kimse bunu inkâr etmek yetkisinin sahibi değildir. Çünkü Duhân Suresinin 10, 11, 12, 13, 14 ve 15. âyetleri, Ceviz Kabuğu olayını anlatmaktadır ve o olayda söz konusu olan kişinin resûl olduğu, hiç kimsenin iddia edemeyeceği şekilde, inkâr edemeyeceği bir şekilde ispat edilmiştir. 


44/DUHÂN-10: Fertekib yevme te’tîs semâu bi duhânin mubîn(mubînin).
Artık göğün, apaçık duman (fitne) getireceği günü gözle.


44/DUHÂN-11: Yagşân nâs(nâse), hâzâ azâbun elîm(elîmun).
(O fitne ki) insanları (insanların büyük kısmını) sarmıştır. İşte bu, elîm bir azaptır.


44/DUHÂN-12: Rabbenekşif annel azâbe innâ mû’minûn(mû’minûne).
Rabbimiz, azabı bizden kaldır. Muhakkak ki biz, mü’minleriz.


44/DUHÂN-13: Ennâ lehumuz zikrâ ve kad câehum resûlun mubîn(mubînun).
Onlara (herşeyi) açıklayan bir resûl gelmişti. (Buna rağmen resûlün söylediklerinden) ibret almadılar.


44/DUHÂN-14: Summe tevellev anhu ve kâlû muallemun mecnûn(mecnûnun).
Ve (O’NA) (şeytan tarafından vahyedilerek) “öğretilmiş” ve “deli” dediler ve sonra O’NDAN yüz çevirdiler.


44/DUHÂN-15: İnnâ kâşifûl azâbi kalîlen innekum âidûn(âidûne).
Muhakkak ki Biz, azabı biraz kaldırsak (bile), şüphesiz ki siz (şirke) dönecek olanlarsınız.

Öyleyse insanların yalanları hiçbir şey ifade etmez. Biz bu güne kadar Allah için yaşadık. Ölene kadar da Allah için yaşayacağız ve Allah için öleceğiz.

Sevgili kardeşlerim! Allah'ın bize emrettiği kaide ve usullerden hiçbirinden fedakârlık etmeyiz. Hiç kimseye taviz vermeyiz. Bu sebeple insanlar bize düşman olacaktır; olabilirler. Düşmanlıklarını her alanda göstereceklerdir; gösterebilirler. Ama Allah'ın Resûl'üne, onlar bir zarar veremezler.

Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım! Bu anlattıklarımız, bütünün sizlere detaylara girmeden açıklanmasıdır.

Allahû Tealâ'nın risaletle vazifeli kıldığı kişinin nefsindeki bütün afetleri alması söz konusudur. Bu işlev mutlak olarak tamamlanır. Mutlaka tüm resûller daimî zikrin sahibidirler. Onlar, daimî zikrin sahibi olmaya bir gayretle ulaşmamışlardır. Onlar, Allahû Tealâ tarafından daimî zikrin sahibi kılınmışlardır. Bizim için de aynı şey söz konusudur. Zikr-i daim, arkasından bütün teslimler: Ruhun teslimi, fizik vücudun teslimi, nefsin teslimi ve iradenin teslimi.    

Sevgili kardeşlerim! Öyleyse bir irade teslimi söz konusu olunca, ortada bir sonuç vardır. O kişi Allah'ın tasarrufuna girmiştir. Ortaya bir sonuç çıkıyor. Ne yaparsak, o yaptığımız şey, Allah'ın bize yaptırdığıdır. Kendiliğimizden hiçbir şey yapma yetkisinin sahibi değiliz.

Sevgili kardeşlerim! Bu hakikatleri bilenler için kimliğimiz en açık şekilde Kur'ân-ı Kerim âyetleri ile tespit edilmiştir. Bütün meyve veren ağaçlar taşlanacağı cihetle, bizim için de çok şeyler söylenebilir. Bunlar da bizi hiç alâkadar etmez. Biz Allah'ın yaptırdıklarını yapabiliriz. Kendiliğimizden bir şey yapmamız mümkün değildir. Allah ne dilerse onu yaptırır. Biz serbest irademizi kullanmak imkânının sahibi olamayız.

Sevgili kardeşlerim! Allah için yaşarız ve Allah için ölürüz. Dünya üzerinde vücuda gelecek olaylar, bizi negatif istikamette etkileyemez. Allahû Tealâ'nın şu dünya adı verilen gezegeninde, en yakınında olan kişi; O, Biziz. Bu Devrin Resûl'üyüz. Kur'ân-ı Kerim de bunu açıkça ortaya koymuştur. Hakikatler değiştirilemediği gibi, güneş balçıkla sıvanmaz.

Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım! Allahû Tealâ'nın hepinizi en güzel noktalara ulaştırması dualarımızla ve dileklerimizle sözlerimizi burada tamamlıyoruz.

İmam İskender Ali  M İ H R

3 yorum:

  1. (ŞEYHÜLİSLAM YAHYA EFENDİ DİVANI:1561-1644) www.ferhatbastug.com
    Bir âyîneyle Iskender nice benzer sana cânâ
    ***İSKENDER AS’IN FİZİK OLARAK GÖRÜNTÜSÜ SANA BENZER EY SEVGİLİ (Sav) EFENDİMİZ!..
    Senün her bakdugun mir'ât olur `âlem-nümâ cânâ
    ***SENİN HER NAZAR ETTİĞİN BÜTÜN ALEMDEKİLER DE SEVGİLİ OLUR.
    Hatâ ile rakîbe atma lutf it hâtırum gözle
    ***SAKIN HATA EDİP TE (Sav) EFENDİMİZ’İN RAKİBİ OLARAK GÖRME HATIRIM İÇİN.
    Hadeng-i cân-sitânun eylemez çünkim hatâ cânâ
    ***CAN ALAN OK GİBİ GELİR SEVGİLİYE (Sav) HATA YAPAN. http://www.gozlemci.net/5616-seyhulislam-yahya-efendi.html

    YanıtlaSil
  2. Allah razı olsun.
    SAFFAT/164,165,166:Ve bizden (hiç) kimse yoktur ki, onun bilinen bir makamı olmasın.Ve muhakkak ki biz, mutlaka (Allah'ın huzurunda) saf saf duranlarız.Ve muhakkak ki biz, mutlaka (Allah'ı) tesbih edenleriz.
    A'RAF/206:Muhakkak ki Allah'ın katında olanlar (huzur namazı kılanlar), O'na ibadet etmekten kibirlenmezler. Ve O'nu tesbih ederler. Ve O'na secde ederler.
    SECDE/24:Ve onlardan, emrimizle hidayete erdiren imamlar kıldık ve sabır sahibi oldukları ve âyetlerimize (Hakk'ul yakîn seviyesinde) yakîn hasıl etmiş oldukları için.

    YanıtlaSil
  3. ALLAH.CC SIZ FERHAT BAŞTUĞ BEKLEYİN AZ KALDI İNŞALLAH

    YanıtlaSil

KATAGORİLER